1916-01-03-DE-001
Türk :: de en tr
Home: www.armenocide.net
Link: http://www.armenocide.net/armenocide/armgende.nsf/$$AllDocs/1916-01-03-DE-001
Source: DE/PA-AA/R14090
Publication: DuA Dok. 182 [nur Anlage 4] (gk.)
Central register: 1916-A-02889
Embassy register: A53a/1916/0284
Edition: Ermeni Soykırımı 1915/16
Date of entry in central register: 02/01/1916 a.m.
Last updated: 04/22/2012


Halep Konsolosu’ndan (Rössler)
İstanbul Büyükelçisi’ne (Wolff-Metternich)


Rapor



No: 10

Halep, 3 Ocak 1916

5 Adet Ek

İskenderun Kayzerlik Yardımcı Konsolosu Hoffmann’ın elime yeni ulaşan ve temelde doğru bulduğum, Ermeni tehciri hakkındaki 8 Kasım 1915 tarihli raporunu, bir kopyası Sayın Devlet Başkanımıza iletilmek üzere sadakatlerimle Ekselansların dikkatine sunarım.


Rößler


[Wolff-Metternich’in Notu 28.1.1916]

No: 41 / 6 adet ek

1, 2 ve 5 nolu ekler tek kopyadır.

Ekselansları İmparatorluk Şansölyesi Sayın von Bethmann Hollweg’in dikkatlerine.


Ek 1

Kayzerlik Konsolosluğu

B.N. 944


İskenderun, 8 Kasım 1915

Kayzerlik Konsolosu Rössler’in yokluğu sırasında ona vekil olarak Halep’te bulunduğum süre içinde yaptığım gözlemlere dayanarak hazırladığım, Ekim ayındaki Ermeni tehciriyle ilgili raporumu Kayzerlik Elçiliğine sunmaktan gurur duyarım.

Ermeni tehciri, ileride nasıl gelişeceğine ilişkin bir fikir verebilecek aşamaya Ekim ayında ulaşmıştır.

Ermenilerle ilgili tedbirlerin uygulandığı mıntıkanın genişliği ve karmaşıklığı göz önüne alındığında, gerçekte nelerin olduğu hakkında bilgi edinilebilmesi için, perde arkasında nelerin olduğu ve şu anda nelerin sürdüğü hakkında çıkarımlara olanak sağlayacak belirli nihai sonuçlara bakmak gerekecektir.

Halep, merkezi konumu nedeniyle eskiden olduğu gibi halen de Ermeni tehcirinin odağı konumundadır ve durum hakkında bilgi edinilmeye özellikle uygun.

1. Tehcirin Yaygınlaşması

Ekim ayı sonunda Ermeni nüfusun tehciri İstanbul ve İzmir kapılarına dek yayılmıştı. Sadece İstanbul – ki buradan da çok sayıda “şüpheli” şahsın nakledildiği sanılmaktadır- İzmir ve Halep gibi büyük kentlerdeki nüfusa dokunulmamıştı. Halepli Ermeniler o güne dek kendilerine dokunulmamış oluşunu, Ermenilerin nakliyle büyük maddi kayıplara uğrayacak yerel çevrelerin direnişine borçlu görünüyorlar.

Şimdilik kısmen geride, herhangi bir erkeğin koruyuculuna sahip bulunmayan – görüldüğü kadarıyla sayıca en cüz’i boyutta– asker aileleri kalmıştı. Bu gibi aileler de nakle tabi tutulduğunda, gerekçe olarak bütün Ermeni askerlerin ordudan kaçtıkları ileri sürülmektedir, ki olayın yaygınlığı göz önüne alındığında bu iddianın doğru olması mümkün değildir ve bu konuda kanıtlar da mevcuttur.

Kendilerine dokunulmayan diğer grup ise Bağdat Demiryolu ve Bağdat Demiryolu İnşaatı görevlileridir; Anadolu Demiryolu görevlilerinin durumu hakkında herhangi bir malumatım bulunmamaktadır.

Protestan ve Katolik Ermeniler – ki ikinci gruptakilerin yalnızca bir kısmı Ermeni ırkındandır – sadece kıyı bölgelerinden uzaklaştırılıyorlarmış ve ülke içlerinde ikamet etmek istedikleri yeri kendileri seçebileceklermiş. Ama bunların hepsi sadece teoride kalmıştır. Bu istisna kararı halen yürürlükte olmasına rağmen, Halep’e ulaşan Protestan ve Katolik Ermeniler de Ortodoks Ermeniler gibi yeniden nakle tabi tutulmuştur.

Maraş’taki Alman kuruluşlarının personeli ile buradaki anasız babasız çocuklar bugüne dek nakil kararının dışında bırakılmıştır; Haruniye (Adana Vilayeti) ve Beyrut’taki kuruluşlara da dokunulmadığı bilinmektedir. Urfa’dakiler için bu istisna uygulanmamıştır. Kuzeydoğu Anadolu’da bulunan kuruluşların akıbeti hakkında bize güvenilir bilgiler ulaşmamıştır. Konsolosluğun bütün çabalarına rağmen, kalmalarının Almanların acil yararına olacağı konsoloslar tarafından dilekçeyle bildirilmesine rağmen, Alman okullarındaki Ermeni öğretmenler (Adana, Halep’e sonradan gelen yardımcılar) istisna dışında tutulmuştur. Türk tarafının uygulama biçimleri, Almanya ile Türkiye arasında şu anda varolan özel ilişkileri anımsatır nitelikte değildir.

Amerikan kurumlarının hiçbirine istisna uygulanmamıştır.

Kimlerin nakledildiği sorusuna verebileceğim cevap şimdilik bu kadardır.

2. Katliam

Esas Ermeni Vilayetlerindeki nakillere – Van dolaylarındaki savaş bölgesini saymazsak – çocuk yaşını aşmış bütün erkeklerin, hatta bazı bölgelerde bütün Ermeni nüfusun kitle halinde kırımının eşlik ettiğine kesin gözüyle bakılabilir.

Bu tür kafilelerden geriye kalan insanların verdikleri bilgiler birbiri ile öylesine örtüşüyor ki, bu, aralarında bir sözbirliği yapılmış olmasını olanakdışı kılıyor. En kötü olaylar Diyarbakır Vilayetinde meydana gelmiş gibidir. Geçen Ekim ayında Halep’e kısa bir ziyarette bulunan K.Yardımcı Konsolosu Holstein’ın (Musul) bana sözlü olarak bildirdiğine göre, Vali Reşit Bey, vilayetinde hristiyan kalmasında izin vermeyeceğini söylemiş ve hükümet (Musul’da) bu açıklamayı yalanlamaya çalışmış. YK Holstein’ın Musul’dan Halep’e gelirken yaptığı şahsi tespitlere göre, Diyarbakır ve Mardin’den gelen jandarma müfrezeleri Ermenilerin “işini bitirmesi” için halkı kışkırtıyormuş.

YK Holstein Musul ve Rass-el-Ain arasındaki tenha bölgede, tamamen yıkılmış beş köye rastlamış; bunların arasında eskiden 2000 Ermeni’nin yaşadığı Tell-Ermen de varmış. Kaçmayı başarabilen 15-20 kişi haricinde her şey yok edilmiş. YK Holstein kilisede kesilmiş kelle, kol ve bacaklar gibi kalıntılar bulmuş. Diğer dört köyün neredeyse tamamı yerle bir edilmiş. Tell-Ermen ile Rass-el-Ain arasında gördüğü beş doğal kuyu cesetle doluymuş; bunların döğülerek mi yoksa boğazlanarak mı öldürüldüğünü tespit etmesi mümkün olmamış. Nusaybin’in güneyindeki yol boyunca kıvrık kılıçlarıyla ortalıkta dolaşan Müslümanlara rastlamış. Bunların kafalarındaki tek düşünce “Ermen” imiş.

Hayatta kalan insanların anlattıkları, bu bölgelerden gelen kafilelerin çoğunda erkek ve delikanlı bulunmamasıyla da doğrulanıyor. Malum kaynaklar bu durumu, yetişkin erkekler ve delikanlılar ellerinde silah dağlara kaçtılar şeklinde açıklamaya çalışıyor. Ama, sadece Ermenilerde varolan güçlü aile bağları bile bu iddiaların- ki bunlar sadece iddiadır- doğru olmadığını göstermeye yeterlidir. Erkeklerin kitleler halinde dağlara kaçtığı kıyıdaki Suediye [Samandağ-çev.] gibi bölgelerde kadınları ve çocukları da yanlarında götürmüşlerdir. Bildiğim birkaç olayda, ordudan kaçan Ermeni askerler, tehcirin hangi anlama geldiğini bilmelerine rağmen dağlara çıkmayıp, birlikte nakledilmek için ailelerinin yanına gelmişlerdir. Birkaç olayda ise – Fundacak ve Urfa’da – tehcire kızanlar öfke ile silâhı kapıp barikat kurdukları da oldu, ama yine kadınlar ve çocuklarla birlikte...

3. Tehcirin şekli

Asıl Ermeni Vilayetlerinden nakiller genellikle öyle vahşi yapılmıştır ki, güçlü ve sağlıklı oluşlarıyla tanınan bu dağ insanlarından sadece çok azı sefil bir şekilde toplama merkezlerine (Halep, Musul, Tell-Abiad, Rass-el-Ain vb) ulaşabilmiştir. Hayatta kalanların, haftalar ve aylar boyunca yaşadıkları eziyet, talan, namuslarının lekelenmesi ve kadınların, kızların ve erkek çocukların muhafızlar ve ahali tarafından nasıl kaçırılıp, satıldıkları hakkında anlattıkları şeylerin doğru olduğu Halep’e ulaşanlara bakılınca anlaşılıyor. Tartışma götürmez Avrupalı tanıkların tehcir yolu üzerinde yaptıkları gözlemler de bu anlatımları doğrular nitelikte. Halep K. Konsolosluğu tarafından verilen yukarıdaki bilgilere, güvenilir kaynaklardan elde edilen aşağıdaki anlatımlar eklenmiştir. Ancak, söz konusu olayların gerçekten cereyan ettiği bölgelere bir Avrupalının ulaşmasının neredeyse imkânsız olduğunu da göz önüne almak gerekir.

… Tell-Ebiad ile Kültepe arasında, demiryolu hattı yakınlarında altı ayrı yerde çıplak kadın cesetleri gördüm; sonra ayakları parçalanmış bir çıplak kadın cesedi, sonra iki çocuk cesedi, sonra büyükçe bir kız cesedi, yanında bir çocuk, sonra giyinik bir kadın ve ağzı bağlı bir kadın cesedi daha, iki ayrı yerde ikişer çocuk cesedi olmak üzere toplam 18 ceset gördüm. Kadınların birisi hariç hepsi çıplaktı ve trenden görebildiğim kadarıyla kendilerine eziyet edildiği anlaşılıyordu. Bütün çocuk cesetlerinin üzerinde giysi vardı.

Kültepe ile Harab-Nass arasında, telgraf hattı yanında ölmekte olan bir çocuk, sonra altı ceset, tamamen çıplak kadınlar ve iki çocuk cesedi gördüm. Çırılçıplak bir kadın bir köprünün altından çıkarak kollarını açmış, kendisini de almamız için yalvarıyordu. Kadını geride bıraktık.

Tell-Abiad’tan hareket eden kafile, demiryolu yakınlarında 17 ölü ya da ölmekte olan insanı geride bıraktı; demiryolu görevlilerinden iki kişi daha sonra bu 17 kişinin gömülmesini sağladı.

Başka mıntıkalarda zaman zaman trene ağır ceset kokuları ulaşıyordu, ama trenden bunların nereden geldiklerini anlamak mümkün değildi.

Bütün Ermeni kafileleri bir süredir buralardan geçiyordu.

Daha önce de bildirildiği gibi, sefalet içindeki kafilelerin halk üzerinde kötü bir etki bıraktığını anlayan resmi merciler, artık kafilelerin şehir içinden geçmesine izin vermez oldular.

On arabadan oluşan bir kafilenin (Müslüman) rehberinin, yasağa rağmen kafileyi işlek bir caddeden geçirmek isterken polis tarafından durdurularak gözaltına alınmasına kendi gözlerimle şahit oldum. Bu on arabada herhangi bir eşya, saman, su ya da yiyecek bir şeyler görünmüyordu, her birinde bir deri bir kemik 8-10 kadın ya da çocuk oturuyordu. İnsanlardan birisi ölmüştü, bir diğeri ise ölmek üzereydi. Aralarında 10-11 yaşını aşmış erkek hiç yoktu.

Güzel kızların ve kadınların bir kısmının muhafızlık yapan jandarmalar tarafından Kürt ahaliye satıldığı daha önce rapor edilmişti. YK Holstein’ın gezdiği bölgelerde yaptığı tespitlere göre, bir kadının fiyatı 5 kuruşa (95 Fenik) kadar çıkıyordu.

Resmi makamların kadınların ve çocukların, en son anlatıldığı şekilde nakledilmelerine razı olmadıkları düşünülebilir. Ama bazı şeyler, örneğin Bağdat Demiryolu’nu inşa edenlerin sunduğu iki dilekçe bu tahminin doğru olmadığını göstermektedir. Dilekçelerin fotoğraflarını çektim ve raporumun ekinde (Ek 1 ve 2) sadakatlerimle sunuyorum.

Ek 1, Bağdat Demiryolu Halep İnşaat Şefliğinin, Karababa’da görevli 53 yaşındaki Karapanos’un ve içlerinde Maryam (21 yaşında), Roza (18 yaşında), Anna (10 yaşında) ve Gülfedar (8 yaşında) adlı kız kardeşlerinin de bulunduğu 10 kişilik ailesinin nakle tabi tutulmaması için verdiği dilekçedir. Dilekçeye şu not düşülmüştür: “Kırmızı ile işaret konulanlar hariç diğerleri Halep’te kalabilir. 22 Eylül 331. Askeri Komiser Hayri.”

Kırmızı ile işaret konulanlar, 21 ve 18 yaşlarındaki kız kardeşler.

Ek 2, yine aynı makamın verdiği bir dilekçedir. Karababa’da fırıncılık yapan Şükrü Hampar’ın ve 6 kişilik ailesinin nakledilmemesi için verilmiştir. Ailesi arasında Maryam (21 yaşında) ve Gürçi (18 yaşında) adlı kız kardeşleri de bulunmaktadır. Dilekçeye düşülen not şöyledir:

“İki kız kardeşe istisna hakkı tanınamaz. Diğerleri serbesttir. 22 Eylül 331. Askeri Komiser Hayri.”

Bu emirlerden sonra, ailelerinden ayrılan ve yanlarında erkek olmaksızın nakle tabi tutulan dört kızın kaderini tahmin etmek zor değildir. Bu emrin verilişiyle ilgili olarak özür mahiyetinde bir açıklama bulabilmek için boşu boşuna çabaladım. Türkiye’de aileye ve namusa ne kadar önem verildiğini bilenlerin, büyük bir namus lekesiyle karşı karşıya olduğu duygusundan kurtulması ve Türk makamların Alman toplumu karşısında bu tür bir emre verdikleri cevapta takındıkları umursamaz tavra hayret etmemesi mümkün değildir.

4. Toplama Kampları

Nakillerin ilk hedefi, kuzeyden ya da kuzeydoğudan gelenler için, Bağdat Demiryolu Hattının Tell-Abiad, Rass-el-Ain (Antep ve Maraş için) ve Aktsche-Köjünli [Akça Koyunlu-çev.] istasyonları, sonra Halep idi. Ekim sonunda, resmi rakamlara göre Halep’te 20.000 kişi bulunuyordu, bunlardan küçük bir kısmı (parasını kendileri ödeyebilenler) evlere yerleştirilmişti; büyük bir kısmı ise hanlarda ya da şehrin dışındaki açık kamplarda tutuluyordu. Orta, Kuzey ve Batı Anadolu’dan gelen kafileler Ma’mureh (Adana Vilayetinde Bağdat Demiryolu üzerinde), ve Katma’da (Halep’in 48 km kuzeybatısında Bağdat Demiryolu üzerinde) bulunan toplama kamplarına yerleştirildi. Yine resmi rakamlara göre bu kampta yaklaşık 40.000 kişi bulunuyordu.

Hükümet toplama kamplarında barınacak herhangi bir yer inşa etmedi. Parası olanlar yanlarında küçük bir çadır taşıyordu, fakirler ise ellerine geçen yatak, çarşaf gibi şeylerle barınaklar yapmaya çalıştılar. Yiyecek olarak Hükümet kafa başına günde 100 dirhem (= 320 gr.) un veriyordu, ama düzensiz olarak... Ateş yakmak için hiçbir şey verilmedi. Toplama kamplarının çevresinde ormanlık arazi bulunmadığından genellikle kuru dikenlerle zayıf bir ateş yakmaya çalışıyorlardı. Sağlık açısından hiçbir tedbir alınmamıştı. Özellikle, en ilkelinden bile olsa herhangi bir helâ sistemi yoktu, bir çukur dahi kazılmış değildi. Katma’da bulunan 40.000 kişi için sadece tek bir pınar vardı, oradan su almalarına ise genellikle çevredeki ahali izin vermiyordu.

Bu toplama kamplarında hakim olan şartlar, resmi bir görevle Tel-Abiad toplama kampını ziyaret eden konsolosluk kalem memurunun ekte yer alan raporundan Ek 3 da anlaşılabilir.

Halep şehrindeki ve özellikle nüfusun yoğun olduğu mahallelerdeki şartlar, Halep Alman Okulu öğretmenlerinin Sayın Şansölye’ye yazdıkları ve bir örneği ekte sunulan dilekçeden Ek 4 öğrenilebilir. Dilekçede anlatılanların doğruluğuna şahsen ben de tanık oldum. Ayrıca, ekte yer alan fotoğraflar Ek 5, resmi makamların hastalar için kullandıkları, ama sağlıklı insanları da barındırdıkları, üç okul ve birçok kilisenin ortasında ve kalabalık bir mahallede, işlek bir pazarın yanında yer alan, hükümet merkezine 10 dakika, belediye binasına çok yakın, Emniyet Müdürlüğü’nden 5 dakika, Menzil Komutanlığı’ndan 7 dakika uzaklıktaki bir pislik yuvası hakkında sadece sınırlı bir bilgi verebilir.

Ekim ayında gönderilenlerden Halep’te bir günde ölenlerin sayısı 120’den 200’e yükseldi. Ayın ortalarından itibaren hızla lekeli tifüs yayılmaya başladı. Yukarıda sözü geçen öğretmenlerden üçü hastalığa yakalanmış durumda.

Katma’da kalanlar Eylül sonuna kadar demiryoluyla nakledilirken, o tarihten sonra karayoluyla getirilerek Halep şehri çevresindeki toplama kamplarına yerleştirildi. Halep içindekiler de yavaş yavaş bu kamplara nakledildi; bu arada toplama kampından başka yerlere de nakiller sürüyordu.

5. İleriye Nakiller

Halep toplama kamplarından “iskân” yerlerine nakiller aylardır sürmekte.

Nakillerin ilk başladığı tarihlerde, yani 3-4 ay önce, nakillerin hedefi Suriye’de yer alan, Hama, Humus, Bab, Şam gibi yakın noktalardı. Ekim başlarından itibaren, hedef olarak – Halep’te asılan duyurularla sabittir – sadece Fırat kenarındaki Rakka ve Deyrizor [Der-es-Sor] ile Batı Havran (ve Kerak), kısa bir süre öncesinden itibaren de Ras-el-Ain (Bağdat Demiryolunun Musul yönündeki son noktası) seçiliyor. Halep Vilayeti’nin üst düzey memurlarından birisinin tahminlerine göre, Ekim ortalarına dek yaklaşık 300.000 kişi “iskân edilmek üzere” güneye ve güneydoğuya yollanmış.

Nakiller ilk başta imkânlar ölçüsünde tren ile yapıldı, sonra tren kullanılmadı, ama Ekim sonlarından itibaren, Halep’ten yapılacak nakillerin gecikmesinin ahali için tehlikeli olduğu görülünce, yeniden tren kullanılmaya başlandı ve hedef olarak şu anda çoğunlukla Rass-el-Ain tercih ediliyor. Bir yandan da diğer hedeflere sürekli tehcir kervanları yola çıkartılıyor. Ulaşım aracı olarak da insanların kendilerine ait taşıma araçlarının yanısıra develer kullanılıyor, bir ya da iki aileye bir deve düşüyor. Bu yüzden eşyaların çoğu geride bırakılıyor ve ailenin büyük bölümü yayan gitmek zorunda kalıyor. Ekim ayının son günlerinde Hükümet Halep’i bir an önce temizlemek için yakın bölgelere de nakiller yapmaya başlamış ve duyumlarımıza göre zengin Müslüman toprak sahiplerine de tehcir edilenlerden bir miktar insan iskân için verildi. Bu konuda herhangi bir kural ya da ilke saptanmamış gibi görünüyor; görevli memurlar akıllarına estiği gibi keyiflerince hareket etmekteler.

Nakledilen insanların meslekleri ya da becerileri bugüne dek hiç dikkate alınmadı. Askeri makamlar birçok yerleşim bölgesinde zanaatkâr olmadığı için son zamanlarda zor durumda kalmışa benziyor. Duyumlarımıza göre, bundan böyle zanaatkârlar ihtiyaç bölgelerine yerleştirilecekmiş. Bugüne dek nakiller ile ilgili olarak edindiğim deneyimlere göre, böyle bir tedbirin uygulanabileceğini hiç sanmıyorum. Diğer istisnaların başına gelenler bu istisnanın da başına gelecektir.

Yaya ya da hayvanla alınacak yol öylesine ki, nakledilenlerin bir bölümünün daha ölmesi kaçınılmazdır. Bunu sağlamak için aslında, – Ermeni kaynakların ileri sürdüğü gibi – kafileyi kasten su kaynakları bulunan normal kervan yolundan başka bir yola sürmek bile gerekli değildir.

İskân hedefine – yani genellikle şu şehirlere: Rakka, Deyrizor, Kerak, Musul (Rass-el-Ain’den gidenler) – ulaşan kafile, (yukarıda sözü edilen Vilayet memurunun söylediğine göre) kendi haline bırakılıyor. Yine aynı kaynağa göre, gerçek bir iskân için gereken malzeme ve memur bulunmamaktadır. Bu nedenle, nakledilenlerin tamamının ölmesinin önüne geçmek mümkün değilmiş. Son savaş ertesinde nakledilen Müslüman muhacirlerde de Hükümet, şüphe götürmez iyi niyetine rağmen çok daha başarılı olmamış.

Bütün bunların sonucunda, Ermenilerin tehcir edilmesinin, köklerinin kurutulmasından hiç farkı yoktur. Ermeni liderler, gelen kafilelerden edindikleri bilgiler ışığında, Ekim ayı sonuna dek ölenlerin sayısının en az 600.000 olduğunu söylemektedirler.

Ermenileri kökten temizlemek, acaba merkezi idarenin planı dahilinde midir, bu bir yana. Halep’teki tehcirden sorumlu (onun bugün de orada hâlâ belirleyici bir konumu var) eski komiser Eyüp Bey’in kimsesiz çocuklara yapılacak yardımı reddederken söylediği sözler çok çarpıcıdır: Siz hâlâ ne istediğimizi anlayamadınız mı? Biz Ermeni adını tümden silmek istiyoruz.

Bunun, yürütmeden sorumlu organların düşüncesi olduğunu yapılanlardan anlamak zor değildir. Ancak, birkaç gün önce Halep’te bir Ermeni kadın, cinayetten mahkeme önüne çıkarıldı. Kendi çocuğunu Fırat nehrine atmış. Kadının mahkemeye verilmesi, resmi mercilerin sadece kara mizah örneği bir etki bırakmasına neden oldu; ya da en azından, arzuladıkları gibi, nakledilenlerin canlarına bir şey gelmesin diye üzerine titredikleri şeklinde bir etki yaratmayı başaramadılar.

Ekim ayındaki Ermeni tehciri ile ilgili gerçekler bunlardır.

İzin verirseniz şimdi de konu hakkındaki görüşlerimi sunmak istiyorum:

1. Ermeni tehciri için ileri sürülen siyasi ve askeri gerekçeler herkesin malumudur. Van’da ve çevresinde Ermenilerin vatan hainliği yaparak düşman saflarına geçmesi, bütün olan bitenden sonra kimseyi şaşırtmamalıdır; tahminime göre Türk Hükümeti de bunu önceden tahmin etmiştir. Bilindiği üzere, bazı Kürtler de düşmanı desteklemiştir. İstanbul’da ortaya çıkarıldığı söylenen komplo ağının doğruluğu ve boyutları hakkında herhangi bir şey söyleyebilecek konumda değilim. Ama bu girişim, doğrudan Anadolu Ermenilerinin hatalarını ortaya dökmek için yeterli gibi gelmemektedir. Ermeni tehciri daha çok, Türk Hükümeti (9 Haziran günü “Norddeutsche Allgemeine Zeitung”da yayınlanan 4 Haziran tarihli ayrıntılı açıklama) ve belli bir Alman çevresince (Kayzerlik Sürekli Diplomatik Temsilcisi Baron Max von Oppenheim’in Dışişlerine sunduğu 29 Ağustos tarihli rapor) ağır vatan ihaneti ile gerekçelendirildi.

Bu suçlamaların doğruluğunun kontrol edilmesi ne yazık ki bilinen nedenlerden dolayı çok zordur. Yine de bazı ithamların kontrol edilmesi mümkündür. Bunlardan İskenderun ile ilgili iddiaları ele almak istiyorum.

4 Haziran tarihli ayrıntılı Hükümet açıklamasında şunlar söylenmektedir: “Diğer Ermeniler İngiliz makamları tarafından Kıbrıs’tan İskenderun civarına getirildi. Bunlar arasında Toros, Oglu, Agop da vardı ve bunların yanında suç işlediklerini kesin kanıtlayacak belgeler bulundu. Bu kişiler başka suçlarının yanısıra birkaç treni raydan çıkardılar. Öte yandan, bölgedeki İngiliz-Fransız askeri güçlerinin komutanları, Adana, Dörtyol, Yumurtalık, İskenderun ve diğer kıyı şehirlerinde Ermenilerle ilişkiye geçerek onları ayaklanmaya kışkırtıyor.”

Bu – daha yeni öğrendiğim – resmi açıklamanın arkasında yatan gerçek şudur: sadece bir Ermeni (Torosoğlu Agop), söylenenlere göre İngiliz kruvazörü “Doris” tarafından Dörtyol yakınlarında karaya çıkarılmış ve orada yakalanmış; yakalandığında üzerinde 40 İngiliz Lirası bulunmuş. Bunun haricindekilerin hepsi uydurmadır. Ne ortada birden fazla Ermeni vardır, ne bu kişinin yanında zan altında bırakan belgeler bulunmuştur, ne de Ermeniler trenleri raydan çıkarmışlardır; sadece bir tren raydan çıkarılmış, o da kruvazör “Doris” tarafından gerçekleştirilmiştir. Bundan başka, düşman savaş gemilerinin (kara birlikleri zaten söz konusu olamaz) komutanları ile İskenderun Körfezinde yer alan söz konusu şehirlerdeki Ermeniler arasında başkaca herhangi bir ilişki bulunduğu da doğru değildir. Torosoğlu Agop adlı ajan konusuna gelince; Adana’da çıkarıldığı Divanı Harp önünde suçunu itiraf ettiği söylenmekte ve bunu üzerine asılarak idam edilmiş. Ancak, Divanı Harp’in yaptığı bu tespitin ne kadar tartışmalı olduğu şu örnekten de anlaşılabilir: Aynı davada yargılanan, Kayzerlik Konsolosluğumuz tercümanlarından Balit, sözde Agop tarafından suçlanarak tutuklanmış, aleyhinde hiçbir kanıt yokken, herhangi bir yüzleştirme yapılmadan ölüme mahkum edilmiş ve Kayzerlik temsilciliklerinin girişimleri sayesinde asılmaktan kurtularak, nihayet İstanbul’da beraat etmiştir. Türkiye’de bugüne dek bundan daha uydurma bir davaya rastlamasam bile, aldığım bazı emarelere göre, Ermenilere karşı alınan sert tedbirlerin beyinlerinde birisi olan, IV. Ordu Komutan Yardımcısı Fahri Paşa hâlâ Balit’in suçlu olduğuna inanıyor.

Yukarıda adı geçen raporunda Baron Max von Oppenheim şunları söylemektedir: “İskenderun demiryolunun tahrip edilmesiyle sonuçlanan geçici çıkartmada, hiç kuşkusuz ajanlık faaliyetlerinin ve diğer hizmetlerin rolü vardır.”

Bu olay bütün ayrıntılarıyla tarafımdan bilinmesine rağmen, Türk-Müslümanlar arasında bile böyle bir suçlamaya hiç rastlamadım. İddia edildiği üzere kuşku duyulmayan bu haberin hangi gerçekler üzerine oturduğunu söylemek zordur; ihtimaller bunun tam aksine işaret etmektedir. Savaştan önce İngiliz savaş gemilerinin aylarca bağlı kaldıkları bir limana yanaşan bir İngiliz savaş gemisinin, kıyıdan 30 m içerideki demiryoluna ait birkaç rayı sökerek bir gece treninin devrilmesini sağlamak için Ermeni ajanlara ya da ustalara ihtiyacı olamaz. Raporda ajanın (Torosoğlu Agop’un) üzerinde bulunduğu ileri sürülen “çok miktarda para”nın miktarı Türk kaynaklara göre bile 40 Liradır – yukarıda da belirtildiği gibi İngiliz Lirası – ve bu, insanların paralarını genellikle kuşaklarında taşıdıkları Dörtyol gibi zengin bir şehirde pek önemli olay değildir. Raporda sözü edilen “askeri nitelikli komplo ağı”na ise ne İskenderun’da ne de Dörtyol’da rastlanmıştır. İskenderun’da evlerde yapılan sıkı aramalarda ne silaha, ne de suç teşkil edecek belgeye rastlanmıştır. Dörtyol’da silah bulunduğu söylenmektedir. Silah bulunması ise şaşırtıcı değildir, çünkü 1909 yılındaki Adana katliamında bu bölge insanları kendilerini, çevredeki Müslümanlar tarafından boğazlanmaktan ancak silahla kurtarabilmişlerdi.

Görev yerim çevresinde meydana gelen ve tarafımdan kontrol edilmesi mümkün olan, Ermenilere yönelik suçlamalarla ilgili doğrular bunlardır. Bunlardan diğer suçlamalarla ilgili sonuçlar çıkarmak artık kişilerin kendilerine kalmış bir iştir.

Ama, Van ve çevresi hariç, “askeri nitelikli komplo” suçlaması son derece hassas, temkin isteyen bir konudur. Bazı kısmi ayaklanma girişimleri böyle bir komplonun kanıtı olamaz. Örneğin, Zeytun ayaklanmasının bu tür bir komployla ilişkisi bulunmadığını, Halep Kayzerlik Konsolosluğunun raporu herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde göstermektedir. Ağustos ayındaki Fundacak, Ekim ayındaki Urfa ahalisinin huzursuzlukları, haydi bunlar “askeri nitelikli” olsa bile mahallidir ve geniş bir komplonun ürünü olmaktan çok, varolan bölgede ortaya çıkan somut tehcir tehdidinin bir sonucudur. Suediye civarındaki (İskenderun’un güneyinde) Ermenilerin ayaklanması, Türk askeri kaynaklarına göre bile bir komplo değildir, sadece anlık bir olaydır ve Türklerin kendi ifadesine göre, Ladakiye (Lazkiye-çev.) Kaymakamının tehcir emrini verirken yaptığı beceriksizlikten doğmuştur. Suediye’de isyancıların Fransız savaş gemilerine alınması da önceden planlanmış bir olay değildir. Olayların meydana geliş şekilleri ve sağlam bilgi kaynaklarına sahip Türklerin görüşleri böyledir.

Urfa’daki makineli tüfekler olayı, bu tür gerçeklerin nasıl kolaylıkla “kuşku götürmez olaylar” kategorisine dönüştürüldüğüne güzel bir örnektir. Baron Max von Oppenheim benimle olan konuşmasında, gerçekliğinden hiç kuşku duymadığı elindeki bir belgeye dayanmak suretiyle, Urfa’daki Ermeni isyancıların (Rus?) makineli tüfekler kullandığına kesin gözüyle bakarak, Urfa ile Van ve Rusya arasında bir bağ olduğu sonucuna varmıştır. Ama buna karşılık, isyanın bastırılmasında bilfiil görev alan Kont Wolfskeel, bu makineli tüfeklerin masallar diyarına ait olduğunu söylemektedir.

2. Ermeni tehciri eğer Van’da olduğu gibi, bir düşman işgali söz konusu olduğunda Ermenilerin düşmanla işbirliği yapabileceği endişesine dayandırılıyorsa, durum değişir. Hiç kuşkusuz bu endişe yerindedir; üstelik bu durum sadece Ermeniler için değil, Türkiye’de yaşayan diğer Hıristiyan gruplar ve hatta Bederhan (Bedirhan-çev.) Partisi’ne bağlı Kürtler, Irak ve Arabistan’da yaşayan bazı önemli Arap kabileleri gibi birçok Müslüman için de geçerlidir. Her halükârda gerçek olan bir şey vardır ki, bu gerekçe ancak kıyı şeridi ve Arabistan yolu gibi tehdit altındaki bölgelerde yaşayan Ermenilerin tehciri için bir neden oluşturabilir, bütün Ermenilerin tehcirini açıklamaktan uzaktır.

3. Eğer, Ermenilere yönelik suçlamalara fazla bir önem addetmeden, Van bölgesinde yaşayan Ermenilerin vatana ihanetini, Türk Hükümeti’nin, varolan savaş şartlarında ortaya çıkan, bir daha asla ele geçmeyecek uygun fırsatı değerlendirerek, siyasi ve – Müslüman Türk gözüyle bakıldığında – aynı zamanda iktisadi açıdan rahatsızlık veren Ermeni halk kesimlerini, önemsizlik derecesine düşürecek biçimde ezip, dağıtmak için kullandığı kabul edilirse gerçeğe çok yaklaşılmış olunur. (Bu yorumumla Kayzerlik Büyükelçiliğine yeni hiçbir şey söylemediğimin farkındayım; ama raporun eksiksiz olması amacıyla buraya ekledim.)

4. Göze çarpan bir diğer husus da, eğer gerçek ya da sahte İngiliz ve Amerikan duyarlılığı takınılmazsa, bu sorunun aslında Türkiye’nin kendi sorunu olmasıdır.

Bu nedenle, Ermeni tehciri ile ortaya çıkan iktisadi sorunları düşünmek de en başta Türk Hükümeti’nin işi olmalıdır.

Bunu (iktisadi sorunlar-çev.) derken, nakledilenlerden alacaklı olanların uğradıkları ve 13 Eylül 331 tarihli meşhur tasfiye kanununa rağmen, buradaki işlerin nasıl yürüdüğünü bilenlerin karşılanmasını asla beklemedikleri bir seferlik zarar değil, zaten nüfusu az olan bir ülkenin birdenbire birkaç yüz bin kişilik değerli işgücünü kaybetmesiyle uğrayacağı sürekli zarardan söz ediyorum.

Almanlar tarafından da bazen söylendiği ya da yazıldığı gibi her Ermeni tefeci olsaydı ve bundan başka hiçbir şey olmasaydı, o zaman ülke için herhangi bir kayıptan söz etmek mümkün olmayacaktı. Gerçekte ise – Türk topraklarında yaşayan tahminen 2 milyon Ermeni’den – çalışma çağındaki yüz binlerce Ermeni gerçekten çalışkan ve becerikli, zanaatkâr, istekli ve girişken çiftçidirler. Bu sonuncular (çiftçiler-çev.), hüküm verenlerce çoğunlukla görmezden gelinmektedir. Oysa bu genellikle çiftçilikle geçinen dağlı Ermeniler, Ermeni ırkına özgü belli çıkarcılık, nankörlük ve vicdansızlık gibi çirkin karakter özelliklerini tam inkâr etmeksizin, büyük şehirlerde ticaretle uğraşan ve bütün dünya tarafından tanınan Ermenilerden çok daha sempatik özelliklere sahip insanlardır. Bedensel olarak sağlıklı, üretken, düşünsel olarak verimli ve azimli insanlar olarak Ermeniler, geri kalmış ülkenin iktisadi gelişmesi açısından, nüfusu seyrek, düşünsel olarak zayıf, iktisadi olarak uyuşuk ve frengi ve diğer hastalıklardan dolayı çoğu kez artık soyu bozulmuş Müslüman ahali içindeki yeri uzun süre kolay kolay doldurulamayacak değerli bir halk kesimidir. Zaten kronik işçi açığına sahip olan zengin tarım bölgelerinde, işgücünün çok daha az miktarlarda azaldığı – örneğin, Türk-İtalyan savaşı nedeniyle Yunan adalarından mahsul toplama işçilerinin gelememesi nedeniyle Aydın Vilayetinde görülen – durumlarda bile ülke çok kötü sonuçlarla karşılaşmıştı.

Ermeni tehciriyle itiraf edildiği gibi iktisadi olarak da güçlendirilmek istenen Müslüman Türk halkı, acaba içinde bulunduğu bu düşünsel ve iktisadi geri kalmışlıkla, hiç ummadığı ve hazır olmadığı bir anda kendisine kalan böylesi büyük bir mirasın gereklerini yerine getirebilecek midir?

Türk dostlarımdan duyduğuma göre, Türk tarafı, Ermenilerin temizlenmesiyle büyük iktisadi kayıplara uğrayacağını ve Müslümanların onların yerini almasının zor olacağını bilmektedir, ancak zaman içine yayılmış ve daha barışçı bir çözümü de mümkün görmemektedir, çünkü barışçı bir rekabette, zaten iktisadi açıdan zayıf ve eğitimsiz olan Türk Müslümanlar kısa bir süre sonra ezilecektir. Bu nedenle Türk dostlarım, Türk iktisadına yapılan bu ağır ameliyatın, en sonunda yine de Müslüman Türkler açısından ülkeyi sağlığına kavuşturacağını ummaktadırlar.

Bu umudu paylaşabilmek için, insanın Müslüman Türklerin iktisadi ilişkilerde ilerleme kabiliyetine sahip olduğuna ve hükümetin de iktisadi eğitim alanında becerikli ve güçlü olduğuna iyi niyetle inanması gerekir. Ama maalesef, böyle bir anlayış bana hâlâ ayakları yere basmayan, havada kalan bir anlayış olarak görünmektedir. Ama hiç belli olmaz, iktisadi alanda da bir Enver Paşa çıkabilir. Duyduklarıma göre, Halepli Museviler Ermenilerin bıraktığı boşlukları doldurmaya çalışmaktadırlar. Musevilerden sonra Hıristiyan Suriyeliler de onları izleyecektir.

5. Almanya’nın tehcir karşısındaki tutumunu Halep’te ve bölgede yaptığım gözlemlere dayanarak bilgilerinize arz ederim:

Alman alacaklıların ve ihracatçıların (örneğin boya sanayiinin) durumu açısından Almanya’nın konumu diğer yabancı devletlerden farklı değildir. Türk tarafının Almanların bu gibi çıkarlarını hiç göz önüne almadığına yukarıda işaret etmiştim.

Buna karşılık, düşman ya da tarafsız ülkelerin parlamentolarında ve basın organlarında, Almanya’dan suç ortağı, hatta azmettirici olarak söz edilmektedir. Bu durumun yaratacağı zararları bugünden kestirmek pek mümkün değildir.

Buradaki ülkenin kendinde ise tehcire şahit olan, Ermeni olmayan Hıristiyan – yerli ya da yabancı – halk, Almanya’nın bu olayda suç ortağı olduğuna ve yapılan eziyetlere tamamen kayıtsız kaldığına hiç şüphesiz inanmaktadır, ki bu eziyetler, Ermenilere duyulan bütün antipatiye rağmen, birkaç istisna dışında nefretle anılmaktadır. Doğruluğundan şüphe edilmeyen ifadelere göre, burada “Belçika Mezalimi”nde etkin olan düşüncenin etkisini görüyorlar. Diğer bir deyişle: Ermeni mezalimi ile “Belçika Mezalimi” arasında karşılıklı bir bağ kuruluyor; Ermeni mezalimine engel olmadığımıza göre diğerinin de doğru olduğuna ve bunun tersine inanılıyor. Barış sağlandıktan sonra yeniden oluşan düşman rakipler korosu bu düşünceyi yaygınlaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Bu sorun söz konusu olduğunda şu görüntüden daha uygun bir ajitasyon malzemesi tasavvur edemiyorum: Bir tarafta, yüz binlerce kadını ve çocuğu gözünü kırpmadan çöle yok olmaya yollayan Türklerin güçlü müttefiki Almanya, diğer tarafta, kendilerini ölüme mahkum sayan ve en azından ellerinde silahla ölmeyi tercih eden bu talihsizlerden 6000’ini (Süediye yakınlarında) güvertelerine alarak güvenli bir yere götürmeye çalışan Fransız savaş gemileri. Bu durumun, Türkiye’de yaşayan Hıristiyanlar arasındaki Alman adı üzerinde bıraktığı etki çok açıktır.

Müslümanlar da Almanya’nın onay verdiğine inanıyor. Büyük çoğunluk, o da ancak düşünebildiği kadarıyla, bu radikal “ameliyat”a göz yumduğumuz için bize müteşekkir gibi görünmektedir.

Ancak öte yandan, güvenilir kaynaklardan gelen haberlere göre, özellikle kadınlara ve çocuklara yapılan eziyetleri, İslami kurallara aykırı ve günah olarak görerek mahkum eden Müslümanların sesleri de yükselmektedir. Bu sesler özellikle Arap Müslümanlar arasında duyulmaktadır ve onlar zaten gerçek Türkleri ve onların tüm yaptıklarını antipatik ve düşük değerli bulmaktadır.

Bu söylenenler, gönderilen kadınların ve çocukların, refakatçı jandarmaların kabalıklarından korunmak için, nakil için arabalarına ve hayvanlarına el konulan Müslüman arabacılara ve hayvan sahiplerine sığındıkları şeklindeki yaygın gözlemlere de uymaktadır. Yardımcı Konsolos Holstein’ın bana bildirdiğine göre, bir Arnese-Bedevi şeyhi Tell-Abiad ile Dscherablus arasında bir Ermeni kervanına rastlamış ve çok dürüst bir davranışla kervanın Tell-Abiad’a kadar güvenle seyahat etmesini sağlayacak refakatçiler vermiştir. Buna karşılık şeyh, oradaki menzil komutanı tarafından bir sürü ithamla karşılaşmıştır. Ayrıca, söylenenlere göre bu olaydan iki gün sonra komutan hiç iz bırakmadan ortadan yok olmuştur.

YK Holstein’dan ve başka güvenilir kaynaklardan bana ulaşan haberlere göre, Müslümanlar tarafından bizim olaylara göz yummamızın “zaten Belçika’da da aynı şeyleri yaptığımız” için doğal olduğu ne yazık ki söylenmektedir.

Son olarak Ermenilerin kendileri de genel olarak bizim suç ortağı, hatta azmettirici olduğumuza inanmaktadırlar. Bizim olaylara müdahale etmeyişimizin, o olayları desteklemek anlamına gelmediği, bunların sadece hassas siyasi ilişkilerin üzücü bir sonucu olduğunun net bir şekilde belli olduğu istisnai durumlarda bile Almanlar suç ortakları olarak görülmektedir, çünkü onlar ermeni ahaliye güvenlik altındaymışlar hissini vermişler. Sükunetle düşünebilen bir Ermeni (Protestan) din adamı bana şunları söylemiştir: “Yasal sınırlar içinde kalma isteğindeydik. En son tehcir başlayana kadar. Halkımızın kökünün kazıma çalışmaları başladığında buna karşı direnseydik, olayları kontrol edecek duruma gelebilir ve bugün olduğu gibi yok olmayla karşı karşıya kalmazdık. Ancak, Maraş, Haruniye, Urfa, Malatya ve Ma’muret-ul-Asis’de bulunan Alman dostlarımızın hepsi bize boyun eğmemizi öğütlediler ve size hiçbir şey olmayacak dediler. Bizler buna inandık ve hesaplarımızı Almanların etkisi üzerine kurmuş olmamız bizim en felaketimiz oldu.”

Tehcir gerçekten Ermenilerin tamamen yok olmasını sağlasaydı, Ermenilerden duyulan bu tür seslerin pek önemi olmayacaktı. Ancak, bir kısmı ırklarının güçlülüğü sonucu bütün tehlikelere karşı dayanıklı çıkmaları nedeniyle, bir kısmı Ermeni zekasının kıvraklığı sonucu herhangi bir kurtuluş çaresi ve yolu bulmaları nedeniyle, bir kısmı yukarıda sözü edilen demiryolu personeli gibi, adı geçen bazı büyük şehirlerde oturanlar ve bunların dışındaki şehirlerde (örneğin Adana’da) oturan bazı zenginler gibi tehcire tabi tutulmamış olmaları nedeniyle, tehcir daha aylarca sürse bile Ermenilerin önemli bir kısmı geride kalacaktır. Büyük bir olasılıkla, en etkin unsurlar tehcirden kurtulacaktır. Bunların yanısıra, Ermeni rakamlarına göre kuzeydoğu vilayetlerinde hayatlarını kurtarmak için İslamiyet’i kabul eden yaklaşık 25.000 Ermeni, hizmetkârlar, devşirmeler vb. hayatta kalacaklardır.

Bunların hepsi, hatta hayatlarını bizim müdahalemize borçlu olanlar bile (demiryolu personeli) , Almanya’ya nefret duyacaktır, çünkü bilindiği üzere minnettarlık Ermeni karakterinde yer almayan bir duygudur.

Ermeni tehciri nedeniyle zarara uğrayan ya da tamamen mahvolan, Ermeni olmayan birçok kişi de onların yanında yer alacaktır.

Bu iki grup, barıştan sonra Türkiye’deki karşıtlarımızın oluşturduğu koroya katılacaklar ve savaş sırasında iktisadi kayba uğrayan ve yakınlarını kaybeden – kaybetmeyen var mı ki! – bütün halk kesimleri arasında uygun bir zemin bulacaktır. Çünkü, Müslümanlar da dahil olmak üzere halkın çok büyük bir kesiminin yaşadığı acıların hiçbir ideal tarafından dindirilemeyecek oluşundan söz etmek bile gerekmez.

6. Her ne kadar temiz Alman adının Ermeni tehciri nedeniyle kirlenmesi üzücüyse de, pratikte sorun, bu tehcirin öz olarak iktisadi ve siyasi kayba neden olup olmayacağına bağlıdır.

Almanya’nın Türkiye’deki iktisadi faaliyetlerine gelince, Almanya eskiden olduğu gibi Müslüman olmayan unsurlarla çalışmak zorundadır, hatta onları tercih etmelidir. Kısa bir süre önce Halep’teki bazı Almanlardan duyduğum gibi, Müslümanlarla ticaret yapılabileceği düşüncesi, Konsoloslukların Müslüman unsurları tüccar kesimine katabilmek için gösterdikleri bütün çabaya rağmen, henüz uzak bir ütopyadır. Almanya, daha uzunca bir süre ticari ve gemicilik faaliyetlerini yerli ve yabancı Yahudiler, Hıristiyanlar ve geride kalan Ermenilerle yürütmek zorundadır.

Ama ne mutlu ki, bazı nadir istisnalar (yabancılar) hariç olmak üzere, Türkiye’de ticaretle uğraşan unsurlar, Almanya karşısında sahip oldukları şahsi duyguları nedeniyle Almanya ile olan ticari ilişkilerindeki maddi çıkarlarından vazgeçecek değiller. Hatta Ermeniler bile duygularına değil, elle tutulur parasal çıkarlarına öncelik tanıyacaklardır.

Türkiye’nin Türkleştirilmesinde kaba biçimselliği aşan gerçek ilerlemeler kaydedildikçe, düşman yabancıların ve reayanın etkisi azaldıkça siyasi dezavantajlar doğal olarak azalacaktır. Bu bağlamda şimdilik bazı umutlar vardır.

Türkiye’de yaşayan Almanların çok önemli propaganda çalışmaları açısından Ermeni tehciri utanç verici bir engel olarak kalacaktır ve bu olay Alman ordusunun ve halkının karşılaştığı diğer suçlamalar üzerinde de etkili olacaktır; hatta siyasi nedenlerle, bu olay karşısında dürüstçe gerçeği ve kendi düşüncelerini söyleyemediği için daha da utanç verici. Bu utanç verici meselenin yarattığı izlenim, bovling kulübü kapalılıklarını aşarak – ki, Alman etkinliğinin yayılabilmesi için ciddi bir şekilde bunu nihayet yapmak zorundadırlar – halkın ileri gelenleri ile temas kurmaya başladıklarında onları çok daha fazla rahatsız edecektir.


Hoffmann


Ek 2

[Bağdat Demiryolu İnşaat Bölümünün, bir denetçi ve bir fırıncının aileleriyle birlikte tehcirden muaf tutulması için verdiği dilekçelerin ve Askeri Komiserliğin, evlenme yaşına gelmiş genç kızların tehcirden muaf tutulamayacağı şeklinde verdiği cevapların fotoğrafları.]


Ek 3
Halep, 20 Ekim 1915

Ermeni toplama kampı Tell Abiad’da yaptığım genel gözlemler:



Copyright © 1995-2024 Wolfgang & Sigrid Gust (Ed.): www.armenocide.net A Documentation of the Armenian Genocide in World War I. All rights reserved